Ahmet Tek

Ahmet Tek

Kebikeç

İlkokul Arkadaşını Öldürmek

25 Ocak 2020 - 14:49

“Derslikte bir öğrencim dışında, herkes öyküyü mutlu sona bağlamıştı. Sadece o, öyküsünde çocuğu öldürmüş, asfaltı kana bulamıştı.”

İlkokul arkadaşlarımdan öğretmen olanlar da var. Öğretmen olmayı planlamayan, bununla birlikte 35 yıldan fazla hizmet vererek, şimdilerde “Emekli öğretmenim” diye gururlanan dostum anlattı.

İlkokul ikinci sınıfları okuttuğu dönemde, öğrencilerine kendisinin kurguladığı bir öyküyü verir. Öykü, boş alanda top oynayan bir grup ilkokul çocuğuyla başlar. Öykünün bir yerinde top, alanın dışındaki yola kaçar.

“Kaçıran getirir” kuralına göre, topa sert vuran öğrenci topu geri getirmek için yola fırlar. Topa elini uzattığı sırada hızla gelen bir otomobil aniden önünde bitiverir. Araçla öğrenci arasındaki mesafe birkaç metredir.

Öğretmenin öğrencilerine verdiği öykü burada biter. Öykünün finalini öğrenciler yazacaktır. Öğretmen “O çocuğu sınıf arkadaşınız olarak düşünebilirsiniz” der ve başka yönlendirme yapmaz. 

Amacı, çocukların duygu dünyalarına ortak olmaktır. Öykü aracılığıyla onları kendi içlerinde yolculuğa çıkarmaktır.

Ders sonunda öğrenciler tamamladıkları öykülerini öğretmen masasına bırakarak, teneffüse çıkarlar.

Öğretmen dostum, çocukluğun saf ve lekesiz dünyasının izlerini taşıyan cümleleri okur. Kırk öğrencinin 39’u topu almaya giden arkadaşlarını öldürmeye kıyamamıştır.

Kimi, ani fren yaptırıp arkadaşlarının yara almasına bile izin vermez. Bir bölümü de, arkadaşlarının hafif yaralandığını belirtir. Ama yaralı çocuk doktorların müdahalesiyle hemen iyileşmiştir.

Bu öğrencilerin öykü tamamlama cümlelerinde ölüm ve kan yoktur. Fakat bir öğrenci öyküye farklı bir son yazmıştır. 

Bu öğrencinin öykü finalinde, topu almak isteyen çocuğa otomobilin çarptığı, ezilerek öldüğü ve yola kan aktığı cümleleri vardır.

Öğretmen dostum, mesleğinin ilk yıllarında yaşadığı bu olayı irdeler: Çocuk öyküde neden ölümlü bir son oluşturmuştur?

Öğretmen dostum, bu farklılığın ve kanlı öykü kurgusunun yanıtını kısa sürede öğrenir.

“Baba geçimsiz biriymiş, birkaç evlilik yapmış. Bir süre önce son eşini gece çocuklarının gözü önünde bıçakla yaralamış. Üstelik herhangi bir ceza almamış. Çocuklarına da şiddet uyguluyormuş.”

Bir okulun bir dersliğinde bir öğretmen, öğrencilerini öykü yazma serüvenine çıkarır. Bu maceralı ve keyifli yolculukta, küçük öğrencilerin vardığı son durak mutlu sondur. Sadece bir öğrenci başka yola sapmış, acılı bir sona ulaşmıştır.

Bir öykünün sonuna yazılan birkaç cümleden bir aile dramı çıktığına tanık olan öğretmen, o günden sonra öğrencilerine karşı daha dikkatli ve koruyucu bir tutum içinde olur.

Öğrencilerinin öykü ve resimlerini tahlil eden, konuşma tarzları ve arkadaşlarıyla ilişkilerinin çözümlemesini yapan fedakar öğretmenlerimizin sayısının artması daha çok çocuğun geleceğe umutla bakmasını sağlayacaktır.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni uygulamaya koyduğu ve “BİZDEN” adlı bültenin dağıtıldığı program kapsamında Karaman’ın tüm yerleşimlerinde öğretmenler, velileri evde ziyaret etmiş. İl Milli Eğitim Müdürü Mehmet Çalışkan da öğretmenleri yalnız bırakmamış.

Projeye göre, evine gidilmedik öğrenci kalmayacakmış. Haberde rehber öğretmenlerin projedeki yeri belirtilmemiş. İnşallah rehber öğretmensiz gidilmemiştir. Keşke, kadro imkanı olsa, her okula danışman psikolog da atansa.

Bu haberi okuyunca, şimdi İzmir’de yaşayan dostumun anlattığı bu anı hatırıma geldi. Her cümle, her söz, her hareket bir mesajdır. SOS veren mesajların farkına varabilmek ise iyi öğretmenlerin hüneridir.

Öğretmenlerin ev ziyaretleri güzel bir uygulamadır. Her ziyaret bir gözlemdir. Projeye emek verenlere, işini severek yapan öğretmenlere Allah kolaylık versin. Başarılar dilerim.

Cümleler arasında yolculuğa çıkıp, öğrencilerinin aile sorunlarına çözüm yolu bulmaya çalışan öğretmenlerimizin sayılarının artması hepimizin umududur.

Öykülerimizin sonunu ve kalemimizin güzergahını belirleyen güç, içinde bulunduğumuz koşullardır. 

Hepimiz kendi öykülerimizin içinde yaşarız. Öykülerimiz, bizleri bırakmayan can yoldaşlarımızdır.

Adil Olmak

Basacaksın Sopayı (!) başlıklı yazımı okuyan bir gönül dostum aradı. Uzunca sohbet ettik.

“Sizler şehirde büyüdüğünüz için o günlerin dayaklı dünyasına uzaktınız. O yıllarda dünya dayakla dönerdi. Kadın dayak yer, çocuk dayak yer, hayvan dayak yerdi. Dayak hayatın gerçeğiydi” dedi.

Makalede adını vermediğim kişi, bir gün yine bir öğrenciyi canını alacakmış gibi hiddetle dövdükten sonra rahatlamış. Dostum cesaret gösterip sormuş:

“Hocam çok dövmüyor musunuz?”

Aldığı yanıt:
“Hepinize attığım dayak, benim altı yaşıma kadar yediğim dayakların zekatı olamaz.”

O günler yeniden gözümüzde canlandı. İçimden, “Vay canına, dedim: Şiddette bile dini terminolojiye sarılmış. Dayak ve zekat.” 

Arkadaşım devam etti:
“En çok dayağı biz yerdik. Dağ köylerinden gelen ve sahipsiz olan bizleri çok döverdi. Ama bize de sahip çıkan, bize babalık yapan tek hocamız oydu. Ayakkabıcılara götürür, ayakkabımızı alırdı, ihtiyacımız olup olmadığını sorardı.”

Dostum, konuşmamızın sonunda “Benim gibi yoksul öğrencilere babalık etti. Gariban babasıydı. O şimdi çok hasta. Hakkaniyet adına bir gün bunu da yazar mısın?” ricasında bulundu.

Bu kadarını yazabildim. Bilmem yeterli mi?

Not: Basacaksın Sopayı (!)

YORUMLAR

  • 0 Yorum