Dr. Ali Güler

Dr. Ali Güler

Kebikeç

Andımız Tartışmalarında Gözden Kaçanlar ve "Türk Milleti" Kavramı

25 Ocak 2020 - 15:00

Dr. Ali GÜLER...

Tartışmalar Nereden Çıktı, Neler Tartışılıyor?

Milli Eğitim Bakanlığı 2013 yılında bir değişiklik ile “Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği”nin “Öğrenci Andı Madde 12” başlıklı aşağıdaki maddesini yürürlükten kaldırmıştı.

Öğrenci Andı Madde 12- (Değişik ibare: RG-21/7/2012-28360) İlkokullarda öğrenciler, her gün dersler başlamadan önce öğretmenlerin gözetiminde topluca aşağıdaki "Öğrenci Andı"nı söylerler.

"Türküm, doğruyum, çalışkanım,

İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türküm diyene!"

Yabancı uyruklu öğrencilerin "Öğrenci Andı"nı söyleme zorunluluğu yoktur.

Türkiye Kamu Sen’e bağlı Türk Eğitim Sendikası 8 Ekim 2013’te kaldırılan öğrenci andının yeniden okutulması için Danıştay’da dava açtı. Sendika Milli Eğitim Bakanlığı İlk Öğretim Kurumları Yönetmeliği’nin “Öğrenci Andı” başlıklı 12. Maddesini yürürlükten kaldıran düzenlemenin iptalini istemişti.

Danıştay 8. Dairesi 24. 04. 2018 tarihinde, söz konusu yönetmelik hükmünün iptaline, ilk derece mahkemesi olarak temyiz yolu açık olmak üzere karar verdi. Bu karardan kamuoyu yaklaşık altı ay sonra 19 Ekim 2018’de haberdar oldu. MEB, Danıştay 8. Dairesi’nin kararını temyize taşıdı.

Bunun üzerine kamuoyunda tartışmalar başladı.

2013 yılında yaşananlar herkesin malumuydu: Bizim “yıkım süreci” olarak ifade ettiğimiz, küresel sistemin Türkiye’yi bölme projesi olan “çözüm süreci”nin, “akil adamlar” ve dönemin iktidarı tarafından olanca hızıyla devam ettirildiği, “Türk” ve “Türklük” kavramları üzerinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu temel ilkelerinin tartışmaya açıldığı, Türk milletinin bölünmenin eşiğine doğru hızla sürüklendiği bir süreç yaşanıyordu. Devlet yetkilileri bölücü terör örgütü temsilcileri ile önce Oslo’da İngiltere’nin gözetiminde sonra da bölücü terör örgütünün siyasal uzantıları ile Dolmabahçe’de masaya oturmuş, müzakereye başlamıştı. Süreç, o tarihlerde “Hizmet Hareketi” olarak güzellenen şimdilerdeki FETÖ unsurları, HDP ve PKK, AKP içindeki Kürtçü-Bölücüler ile bilumum liberaller tarafından destekleniyordu. Kürtçe konuşan insanlarımız örgütün insafına terkedilmiş, İmralı’daki cani adeta bölge insanımızın “lideri” konumuna getirilmiş, bölgede “tahrik unsuru sayılan” Türk bayrakları ve “ne mutlu Türküm diyene” levhaları indirilmiş, hendekler kazılmış, güvenlik güçlerinin eli kolu bağlanmış, Güney sınırlarımızda bir PKK koridorunun temelleri atılmıştı.

MEB’nın yönetmelik değişikliği ile andımız uygulamasını kaldırması işte böyle bir iklimde ve “çözüm ortakları”nın talebi olarak gündeme gelmiş ve talep doğrultusunda gereği yapılmıştı.

Sonra ne oldu? 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 genel seçimleri arasında Temmuz 2015’te yaşanan Ankara Garı önündeki büyük patlama, en azından devletimiz yönetenlerin aklını başına getirmiş, “çözüm süreci” denilen sürecin esasında Türkiye’yi “çözme süreci” olduğu ve elinde silah tutan örgütle “müzakere” değil, “mücadele” edilmesi gerektiği anlaşılmıştır.

Devlet bu mücadeleyi olanca hızıyla yürütmekte olduğu bir zamanda, 15 Temmuz 2016’da “çözüm ortaklarından” biri olan başka bir ihanet şebekesinin kalkışması ile karşı karşıya kalmıştır. Türk milleti 15 Temmuz’da 250 şehit ve 3000 civarında gazi vererek, demokrasisini ve devletini kurtarmayı başarmıştır. 7 Ağustos 2016’da İstanbul Yeni Kapı’da düzenlenen Demokrasi Mitingi’nden sonra  “Yeni Kapı Ruhu” etrafında oluşan milli birlik ve bütünlük bilinci Türkiye’de her şeyi değiştirecektir. Sonradan “Cumhur İttifakı” adını alacak olan birliktelik ile Türkiye hem içerideki hem de Güneyindeki ateş çemberini yarmasını bilmiş, bekasına uzanan elleri kırmış, yeni bir yönetim sistemine geçmiştir. 24 Haziran 2018’de yapılan genel seçimlerde ortaya çıkan iradesi ile Türk milleti, yeni sisteme sahip çıktığını güçlü bir şekilde göstermiştir.

Şimdilerde beklenen, bu ruhun yaşatılarak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bütün kurum ve kurallarıyla yerleştirilmesi, devletin milli bir şekilde, bir daha beka sorunu yaşamayacak şekilde yeniden yapılandırılmasıdır.

Fakat Danıştay’ın andımız kararının öğrenilmesi sonrasında kamuoyumuzda yaşanan tartışmalara, başta Sayın Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları olmak üzere iktidara mensup etkili ve yetkili isimlerin açıklamalarına bakıldığında 2005-2015 arasındaki on yıllık yaşananlardan gerekli derslerin çıkarılmadığı görülmektedir.

Andımız tartışmaları, bir taraftan dönemin Milli Eğitim Bakanı ve andımızın mimarı Dr. Reşit Galip Bey’in siyasi kişiliği üzerinden, bir taraftan da 1933 yılındaki siyasi, sosyal gelişmelerden hareketle yürütülmektedir. Milli birlik ve bütünlüğümüzü bozacak şekilde “Türk”, “Türklük” ve “Türk milleti” kavramları tartılmaktadır. İşin garip olan tarafı, bu tartışmaların hiç alakasız şekilde, “Türkçe ezan, ırkçılık, kafatası ölçümü, vesayet düzeni, etnik dayatma vs.” gibi konular gündeme getirilerek tartışılmasıdır. Sanki “Akil adamlar” ve “çözüm ortakları” yeniden hortlamış gibidir!

Hâlbuki andımız konusu, “23 Nisan 1920 TBMM’nin açılışı ve Milli Egemenlik” ile ilgilidir. “Çocuk bayramı, çocuk hakları, çocuklarımızın yarınlara hazırlanması, iyi insan olarak yetiştirilmesi” ile ilgilidir.

23 Nisan Nasıl “Ulusal Egemenlik (Milli Hâkimiyet) Bayramı” Oldu?

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı içeriği, anlamı ve mesajları bakımından Dünya’da bir ilk olduğu halde hem ülkemizde hem de dışarı gerektiği şekliyle anlaşılabilmiş değildir. Bu bayram, sadece Türk çocuklarının değil, Dünya çocuklarının da daveti ve katılımı ile önemli bir gün haline gelmiştir. Bir yönüyle demokrasiyi, bir yönüyle çocuk davasını temsil eden bu bayram, genel özellikleriyle de insanlığın barış özlemlerine hizmet etmektedir.

Bu bayramı tam anlayabilmek için bayrama ismini veren “23 Nisan”, “Ulusal Egemenlik” (Milli Hâkimiyet) ve “Çocuk” kavramlarını ve bunların ilişkilendirilmesi sürecini açıklamak gerekmektedir.[1]

Bilindiği gibi 23 Nisan (1920), işgal altındaki bir ülkede ileride kurulacak yeni Türk devletinin başkenti olacak olan Ankara’da “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı” gündür.

İşte bu meclis 1921 yılında “23 Nisan’ın Milli Bayram Addine (Sayılmasına) Dair” isimli bir kanun çıkardı. Böylece Milletin iradesinin tecelligâhı (ortaya çıktığı yer) olan TBMM’nin açıldığı gün Türkiye’nin ilk “milli bayramı” olmuştur. Kanun, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk yevm-i küşâdı (açılış günü) olan 23 Nisan günü milli bayramdır.” hükmünü taşımaktadır.[2]

Kanun anlaşılacağı gibi her ne kadar Meclis, “hâkimiyet milletindir.” İlkesine dayanıyor ise de çıkarılan bu kanunda “milli hâkimiyet” (ulusal egemenlik) ibaresine yer verilmemiştir. Nitekim bu konu daha sonra saltanatın kaldırılması ile ilişkilendirilerek, “1 Kasım 1922 saltanatın kaldırılması olayı” “Milli Hâkimiyet Bayramı” olarak kabul edilecektir. İki ayrı kanunla iki farklı bayram kabul edilmesine rağmen, bu tarihten sonra, saltanatın kaldırıldığı gün olan “1 Kasım” anılmayacak ve her yıl TBMM’nin açıldığı “23 Nisan”, “Milli Hâkimiyet Bayramı” olarak kutlanacaktır.

Daha sonra 1935 yılında yeni bir yasal düzenleme yapılarak fiilen kutlanmasa da yasal olarak var olan “1 Kasım Bayramı” kaldırılmıştır. 1935 yılında, “Bayramlar ve Tatil Günleri İle İlgili Kanun” değiştirilmiş, “1 Kasım Milli Hâkimiyet Bayramı” kaldırılmış ve “23 Nisan Milli Hâkimiyet Bayramı” şeklinde tescillenmiştir.[3]

Resmen adı konulmasa da 23 Nisan TBMM’nin açılış gününün aynı zamanda bir “çocuk bayramı” olarak kutlanması geleneğinin daha ilk kutlamaların yapıldığı 1921 yılından itibaren başladığı ve Atatürk’ün de bu kutlamaların çocuklarla birlikte yapılmasını, çocukların işin içine katılmasının sağlanmasını teşvik ettiği anlaşılmaktadır.

23 Nisan Nasıl “Çocuk Bayramı” Oldu

23 Nisan’ın “Çocuk Bayramı” olması yukarıda anlatılan resmi ve gayrı resmi sürecin dışında, daha çok Çocuk Esirgeme Kurumu (Himaye-i Etfal Cemiyeti) ve onun başkanı olan Dr. Fuat Umay Bey’in çabaları ile gerçekleşmiştir. Bayramın “çocuk” boyutunu da içerecek ve dünya çocuklarına da açık bir şekilde bugünkü yasal durumuna gelişi uzun seneler alacaktır. Cumhuriyetin “çocuk davası” ile ilgili kutlamaları ve bunların 23 Nisan ve ulusal egemenlikle irtibatlandırılması süreci şöyle gelişmiştir:

23 Nisan’ın “Çocuk Günü ve Çocuk Bayramı” oluşunun içeriği ve anlamı Çocuk Esirgeme Kurumu’nun TBMM’nin açılışının yıldönümlerini (23 Nisanları) “yetim çocuklara gelir temin etme günleri” olarak değerlendirme anlayışında aranmalıdır. Nitekim 23 Nisan kutlamaları ile çocukların ilişkisini ortaya koyacak bilgiler vardır.

Bu konuda ilk bilgimiz, Dr. Fuat Umay Bey’in Bolu Milletvekilliği sırasında Meclis’e verdiği bir teklif ile kartpostal ve zarflardan Çocuk Esirgeme Kurumu yararına belli bir ücret alınması isteğidir. Bu husus bir kanun şeklinde belirlenmemiş, Meclis onayı alınarak Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü’ne yapılan bir tamim ile temin edilmiştir.

İkinci belge ise 23 Nisan 1923’e ait “Himaye-i Etfal Cemiyeti Pulu”dur. Çıkarılan bu pullardan 23 Nisan Milli Bayram kutlamalarında gelir elde edilmek istenmiştir. Nitekim bundan bir yıl sonra 23 Nisan 1924’te Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin “Bugün yavruların rozet bayramıdır.” Manşeti ve halkı, “Çocuk Esirgeme Kurumu’na bol bağış yapmaya çağırması” buna işaret etmektedir.

Yine aynı gazete, 23 Nisan 1926’da “Bugün Türklerin çocuk günüdür” manşeti ile Kurumun bu günde çok isabetli davrandığını belirterek, “kahveci, arabacı ve otomobilci esnafın gelirlerinin bir kısmını Kuruma bağışlayacaklarını” yazmıştır.

Aynı düşünceler ile Kâzım Karabekir Paşa, Doğu Anadolu’da yetim çocuklar için kurduğu okullarda ve kurslarda 23 Nisan günlerinde çeşitli etkinlikler yapmıştır.

İlk “Çocuk Bayramı”da Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın himayelerinde 1927 yılında kutlanmaya başlamıştır. Bu bayram ile öncelikle çocuk davamızın kamuoyuna duyurulması hedeflenmiştir. Bu bayram vesilesi ile yapılacak etkinliklerden elde edilecek gelirden öncelikle Çocuk Esirgeme Kurumu’nun gelişmesi için yeni çalışmalar yapılması, ikinci olarak da Türk çocuklarının neşeli dakikalar yaşamalarının sağlanması hedeflenmiştir.[4]

Aynı yıl Çocuk Bayramı kutlamaları sırasında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa makam arabalarından birini çocuklara tahsis etmiş ve Cumhurbaşkanlığı Bandosu’nun, Çocuk Sarayı’nda konser vermesini sağlamıştır. Bu vesile ile Cemiyetin Ankara’daki binalarından biri “Çocuk Sarayı” haline getirilmiştir. Burada düzenlenen “Çocuk Balosu”na Başbakan İsmet (İnönü) Bey’in, Meclis Başkanı Kâzım (Özalp) Bey’in çocukları da katılmışlardır.[5]

1928 yılındaki kutlamalar için Dr. Fuat (Umay) Bey’in teklifi ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yönetim Kurulu kararı ile daha geniş içerikli bir program düzenlendi. Gazetelere verilen ilanlar ile halk, kurumun düzenlediği şenliklere davet edilmiş, merkez ve şubelerce kır gezileri ve çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir. Törenler sırasında çocuklara çeşitli hediyeler verilmiş, çocuk alaylarına kalabalık çocuklu ailelerin katılımları sağlanmıştır.

Çocuk Esirgeme Kurumu bu dönemde “Gürbüz Türk Çocuğu” isimli bir dergi yayımlamaktaydı. Bu dergi, bakımlı ve sağlıklı nesiller yetiştirmek amacına yönelik olarak “Gürbüz Türk Çocuğu” yarışmaları düzenliyordu. Savaştan yeni çıkmış ülkede, nüfusun artırılması gerekiyordu ve doğumların sağlıklı bir şekilde olması lazımdı. Yine doğan çocukların sağlıklı bir şekilde yaşaması, çocuk ölümlerinin önüne geçilmesi gerekiyordu. İşte bu dergi devletin bu politikalarını destekleyen bir konumdaydı.

Bu dönemde “Çocuk Davası”nın ön plana çıkmasının nedenlerinden biri de ülke nüfusunun artırılmak istenmesidir. O yıllarda Türkiye’nin günümüzde olduğu gibi nüfus planlama, doğum kontrolü gibi bir problemi olmayıp, aksine nüfusu, çok çocukluluğu artırma politikaları vardı. O dönemde Türk annelerinin doğum oranları yüksek olmakla beraber, çeşitli nedenlerle çocuk ölümleri de yüksek oranda gerçekleşmekteydi. Bu durum, hızlı nüfus artışı arzulayan ülkelerin önünde önemli bir engeldi. Bu vesile ile devlet, Türkiye’de çocuk meselesini gün geçtikçe güncelleştirerek kamuoyuna mal etmek istiyordu.

“Gürbüz Çocuk” yarışmalarından biri de 1928 yılı Çocuk Bayramı vesilesi ile yapılmıştır. Bu yarışmalardan birinde İsmet Paşa’nın oğlu Erdal (İnönü) Gürbüz Türk Çocuğu seçilmiştir.

Bütün bu çaba ve çalışmalar, Himâye-i Etfâl Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu)’ne ve 23 Nisanlara ilgiyi de artırıyordu.

Çocuk Esirgeme Kurumu, 1929 yılında aldığı bir kararla 20-30 Nisan tarihleri arasını, “Çocuk Haftası” ilan etti. Daha önce sadece bir gün yapılan etkinlikler bu yıldan başlayarak hafta boyu sürecekti. Bayram ise hafta içinde eskiden olduğu gibi 23 Nisan’da kutlanmaya devam edecekti.

Aynı yıl (1929) “Çocuk Balosu”, Ankara Palas’ta Atatürk’ün himayelerinde kutlandı. Bununla beraber, geniş kitlelere duyurulmak istenen dava, o yıl yine Çocuk Esirgeme Kurumu ve Türk Ocakları’nın omuzlarında kaldı. Daha sonraki yıllarda kutlamalara diğer bazı devlet kuruluşları da katılacaktır.[6]

1929 yılı kutlamalarında, daha önceki yıllarda Atatürk’ün gerçekleştirdiği bazı uygulamaların artık geleneksel hale geldiğini görmekteyiz. İstanbul Türk Ocakları Başkanlık koltuğuna bir hafta süreyle “Burhanettin”, Kâtiplik koltuğuna da “Sevim” isimlerinde iki yavrumuzun oturduklarını biliyoruz. Bu çocuklarımız önce Mustafa Kemal Paşa’ya bir bayram kutlama telgrafı çekmişler, aynı zamanda da aşağıda ayrıntılı bir şekilde anlatacağımız üzere 1924’te yayınlanan ve Atatürk tarafından da aynı yıl imzalanan Cenevre Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin ruhuna uygun olarak TBMM Başkanlığı’ndan dört bin İstanbullu çocuk adına bazı taleplerde bulunmuşlardır.

Çocuk davasının kamuoyuna mal edilmesi, kamuoyunun ilgisinin bu meseleye çekilmesi için çalışmalar devam ediyordu. Bu konuda ilk olumlu gelişme Dr. Fuat (Umay) Bey’in öncülüğünde 1932 yılında yaşandı. 20-30 Nisan Çocuk Haftası süresince posta işlerinde mektup ve telgraflara “Himâye-i Etfâl Şefkat Pulu” yapıştırılmasına dair bir kanun çıkartıldı. Böylece daha geniş kitlelere ulaşma imkanı kazanılmıştır.

Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı Dr. Fuat (Umay) Bey, 9 Nisan 1932’de TBMM Başkanlığı’na bir teklif vererek, 20-30 Nisan tarihleri arasında mektup ve telgraflara “Çocuk Şefkat Pulu” yapıştırılmasını istedi. Bu teklif, çocuk Haftasının yaklaşması nedeniyle acilen Meclis gündemine alınarak görüşmelere başlandı. Kısa süren Meclis görüşmelerinden sonra 11 Nisan 1932’de kabul edildi.[7]

1933 yılında 23 Nisan Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı kutlamalarına, günümüze kadar devam edecek olan yeni bir anlayış ve uygulama getirildi. Bu güzel uygulamada da Atatürk’ün imzası vardı. Çocukları gelecekteki sorumluluklarına hazırlamak ve özendirmek amacına yönelik olarak, devlet makamları o gün temsili olarak çocuklara bırakıldı. İlk uygulama, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından yapıldı. Kendi Cumhurbaşkanlığı makamına oturttuğu çocuklar ile sohbetler etti. Diğer devlet daireleri de aynı anlayışla makamlara çocukları getirdiler. Nitekim bu anlayış ve uygulama gelenekselleştirilerek günümüzde de devam ettirilmektedir.

“Andımız” Nasıl Ortaya Çıktı?

1933 yılı, TBMM’nin Açılışının 13’ncü, Cumhuriyet’in kuruluşunun da 10’ncu yılı idi. Bu yıl hem 23 Nisan hem de 29 Ekim kutlamaları ilklere sahne olacaktır. 23 Nisan Mili Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı’nın resmi törenlerinde Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip Bey tarafından “Andımız” ilk kez konuşması içinde okunacak ve bütün Türkiye’deki ilkokullarda her gün okunması istenecektir.[8]  29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında ise Atatürk, “Ne Mutlu Türküm Diyene” şeklinde bitireceği meşhur 10. Yıl Nutku’nu irat edecektir. İki bayram arasında altı ay vardır. Bu nedenle de Atatürk’ün bu sözü Andımızın ilk şeklinde yoktur.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip Bey’in kaleme aldığı ve 1933 yılı 23 Nisan kutlamalarında çocuklar tarafından okunmuş olan “Türk’üm, Doğruyum” diye başlayan ve bugün “Andımız” olarak bilinen metin; Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanan bir genelge ile de Cumhuriyet'in 10. Yılı’ndan başlayarak okullarda sürekli hep bir ağızdan okunacaktır. Böylece 23 Nisanlar, devlet ve milletin ortak kutlamaları ile çocuklara hediye edilmiş oldu.

Prof. Afet İnan “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” adlı eserinde Andımız’ın ortaya çıkışını şöyle anlatıyor: “1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O (Reşit Galip), heyecanla Çankaya Köşkü'ne geldiği vakit, Atatürk'ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı' dedi: ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.’ Bu sözler, Türk çocukları tarafından o yıldan beri tekrarlanmaktadır. Vatanperver Dr. Reşit Galip, evvela bir baba olarak bu hisleri duymuş, sonra da Milli Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına bu andı içirmişti.[9]

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip 23 Nisan 1933 günü 23 Nisan Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı törenlerinin açılış konuşmasında ilk olarak Andımız’ı kamuoyuna duyurmuş oldu. Dr. Reşit Galip Bey’in Öğrencilere hitaben yaptığı ve “Çocuk Davası”nı anlamak açısından da çok önemli olan konuşmanın tamamı şu şekildedir:

Çocuklar,

Güzel yüzlü, güzel özlü Türk yavruları,

Bugün kutladığımız 23 Nisan, 13 yıl önce çoğunuzun daha doğmadığınız veya süt çocuğu olduğunuz zamanlarda yurdu kurtarmak için, Türk budununu (milletini) kurtuluşa eriştirmek için Büyük Millet Kurultayı’nın (TBMM) Gazi babanız eliyle açıldığı gündür. Bunu bayram edinmeniz Türk Çocukları, öz kurultayın açıldığı günü kendi bayramınız için seçmeniz ne mutlu buluş!

Çocuklar,

Bayramınız dolayısıyla size birkaç sözüm var. Bilirsiniz, daha iyi bilirsiniz ki, her Türk çocuğu anasının, babasının olduğu kadar milletindir, budunundur.

Sizin sağlığınıza, sizin çalışmanıza, sizin budun ülküsüne ve törelerine uygun yetişmenize ananız, babanız kadar bütün Türklük yürekten bağlıdır.

Can gözlerimiz üstünüze dikilmiştir. Sizin kafaca, bedence sağlam, gürbüz yetişmenizi, ahlakça en iyi, en yüksek yetişmenizi, millet dileğini kendi isteklerinden üstün tutar gönülle yetişmenizi istiyoruz. Analarınızdan, babalarınızdan, öğretmenlerinizden ve herkesten daha üstün yetişmek gayretiyle çalışmanızı istiyoruz.

Büyük Türk yarınının yapıcıları arasına girmek için şimdiden hazırlanın güzel çocuklar. Daima kulağınızda çınlasın ki, çalışkan olmayan Türk sayılmaz, ahlakı olmayan Türk olmaz. Şimdiden bağırarak söylüyorum ki, sizlerden çalışmayanlar, millet işlerinde kendi paylarına düşecek olanı en iyi yapmak için bugün en iyi yetişmeye kulak asmayanlar bizim yarınki en büyük düşmanımızdır. İçinizde yarın bütün milletin kendisine düşman olmasını isteyecek çocuk var mı?

Budunlar (milletler) içinde bir ve eşsiz Türk’ün güzel yüzlü, güzel özlü çocukları, Türlüğün büyük yarını sizin görünüşte mini mini dayanaksız, fakat hakikatte acun (evren) yapısı kadar sağlam ve dayanıklı omuzlarınızdadır. Bunu düşünün, bilin, anlayın ve bir an bile unutmayın.

Size bugün şu işi veriyorum. Bayramımız biter bitmez mekteplerinize döndüğünüz ilk günden başlayarak birinci derse girdiğiniz zaman sınıflarınızda hep birden ve her gün şu sözleri tekrarlayacaksınız:

Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.’

Bunu yalnız sizlerden, burada bulunanlardan değil, bütün mekteplilerden istiyorum. Haydi çocuklar bayramınız kutlu olsun. Bayramlara mutlu erenler gibi girin, gülün, oynayın, eğlenin.[10]

“Andımız”da Hangi Değişiklikler Oldu?

Andımız’ın bu ilk şekli 1972 yılında değiştirilmiştir. 29 Ağustos 1972 tarih ve 14291 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan İlkokullar Yönetmeliği’nin 78. Maddesi’nde Andımız’da yer alan “budunumu” kelimesi “milletimi” olarak değiştirildi ve son kısma “Ne mutlu Türküm diyene” cümlesi eklendi. Andımız, 1997 yılında ikinci defa değiştirildi.

“Öğrenci Andı”nın günümüzde söylenmekte olan metni, Millî Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisinin Ekim 1997 tarih 2481 sayısında yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nin 12. Maddesiyle belirlenmiştir. Bu maddeye göre “ilköğretim okulunda öğrenciler, her gün dersler başlamadan önce öğretmenlerin gözetiminde topluca “Öğrenci Andı”nı söyleyecekler.

Andımız’ın bugünkü tam metni şu şekildedir:

Türküm,

Doğruyum,

Çalışkanım,

İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,

Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Ey büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe

Durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türküm diyene!"[11]

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip Bey’in 23 Nisan 1933’teki konuşması dikkatli okunursa “andımız” metninin hangi duygu ve düşüncelerle kaleme alındığı ve uygulamaya konulduğu daha iyi anlaşılır. Metnin iddia edildiği gibi, “vesayet, dayatma, ayrımcılık ve ırkçılıkla” ilgisi yoktur. Amaç, çocuk davasına sahip çıkmak ve çocuklarımızın milli ruh ve insani bilinçle yetişmelerinin sağlanmasıdır. İyi insan olarak geleceğe hazırlanmalarıdır.

Şimdi bugün andımız metni üzerinden yürütülen tartışmaların bir başka boyutuna bakalım. Burada bahsedilen “Türk” kavramının Cumhuriyet’i kuran irade tarafından nasıl anlaşıldığını görelim. Buna geçmeden şunu belirtelim ki, “Türk” ve Türk milleti” kavramı 1933 yılında birden bire ortaya çıkmış kavramlar değildir. Yazılı tarihimizin en eski kaynaklarından olan Orhun Kitabeleri’nden itibaren “Türk” ve “Türk milleti (budunu)” kavramları, hem sosyolojik, hem kültürel hem de siyasi olarak tarih sahnesindedir. Tarihi belge ve metinlerde bu kavramlar devlet geleneği bakımından “Türk cihan hâkimiyeti” anlayışı çerçevesinde geniş bir “hoşgörü”ye de işaret ederler.

Tarihte kurduğumuz, çoğu dünya ölçeğinde hüküm sürmüş bulunan 123 Türk devletinin hiç biri “ırkçı” olmamıştır. Türk milleti; çok geniş bir coğrafyada değişik zamanlarda kurduğu bu devletlerde “vatandaşı” olan, değişik din, inanç, mezhep, soy ve kültürden birçok etnik grubu yüzlerce yıl barış içinde, adaletle ve refah içinde yaşatmıştır.

“Türk Milleti”nin Sosyolojik Tanımı

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu iradesini temsil eden Atatürk “Medeni Bilgiler”de “Milletin Genel Tanımı” başlığı altında, “millet hakkında, ikinci derecede unsurları dikkate almayarak mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tanımı biz de ele alalım” diyerek şu tanımı yapmıştır:

a. Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,

b. Birlikte yaşamak hususunda ortak arzu ve bunu kabulde samimi olan,

c. Ve sahip olunan mirasın korunmasına birlikte devam hususunda istek ve dilekleri ortak olan insanların birleşmesinden oluşan topluma millet adı verilir.

Bu tanım incelenirse bir milleti oluşturan insanların bağlılıklarındaki değer, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle insani duyguya gösterilen uyum kendiliğinden anlaşılır;

Gerçekten, geçmişten ortak zafer ve üzüntü mirası;

Gelecekte gerçekleştirilecek aynı program;

Birlikte sevinmiş olmak, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmak.

Bunlar elbette bugünün çağdaş zihniyetinde diğer her türlü koşulların üstünde anlam ve kapsam alır.

Bir millet oluştuktan sonra bireylerin devlet hayatında, iktisadi ve fikri hayatta ortaklaşa çalışması sayesinde meydana gelen milli kültürde şüphesiz milletin her bireyinin çalışma payı, katılımı, hakkı vardır. Buna göre bir kültürden insanların oluşturduğu topluma millet denir, dersek milletin en kısa tanımını yapmış oluruz” (1929).[12]

Atatürk aynı eserin “Millet” başlıklı bölümünün başında bir genel tanım daha yapmaktadır ki o da şu şekildedir: “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir birliktir.[13]

“Türk Milleti”nin Siyasi Tanımı

Milletin genel tanımını özetle “ortak kültürü paylaşmak” temellinde yapan Atatürk, Türk Milleti’ni de “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir[14] diyerek tanımlamıştır ki bu da devletin insan unsuru bakımından yapılmış “siyasi” bir tanımdır. 

Atatürk’ün yaptığı yukarıdaki tanımlarda ve devletin anayasal sistemi içinde açıkça belirtildiği gibi “Türk Milleti” kavramı, sübjektif unsurlara dayanan, günümüzde Amerikan sosyolojisinin de benimsediği “etnik grup” tanımı ile aynı olan bir derinlikte ele alınmıştır. Yani Türk Milleti sosyolojik olarak “ortak yaşanan tarih içinde, birlikte yaratılan ortak kültürü paylaşan insan topluluğu”dur. Bu anlamda bakıldığı zaman, farklı menşelerden gelse ve farklı alt grup isimleri ile anılsa bile Türkiye’de yaşayan Kürtler, Çerkezler, Abhazlar, Boşnaklar, Gürcüler vs. ayrı ayrı “milletler” değil; Türk milletinin birer parçasıdırlar. Anadilleri farklı olsa da bütün bu “halklar” Türk kültür dairesinin içindedirler. Doğum, nişan, düğün, ölüm adetleri aynıdır. Mutfak, giyim-kuşam, hayvancılık, konar-göçerlik, folklor, müzik, mimari, halk takvimi, mitoloji vb. bütün kültür değerleri, yani yaşam biçimleri iklim ve üretim farkları olmakla birlikte aynıdır.

“Türk Milleti”nin Hukuki Tanımı

Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci anayasası olan 1924 Anayasası’nda “vatandaşlık” maddesi (günümüz Türkçesi ile) şu şekildedir:

Madde 88- Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese “Türk” denir.

Türkiye’de veya Türkiye dışında bir Türk babadan gelen yahut Türkiye’de yerleşmiş bir yabancı babadan Türkiye’de dünyaya gelip de memleket içinde oturan ve erginlik yaşına vardığında resmi olarak Türk vatandaşlığını isteyen yahut Vatandaşlık Kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.

Türklük sıfatının kaybı kanunda yazılı hallerde olur.

Görüldüğü üzere, 1924 anayasası “Türk” kavramını, “din ve ırk ayırt edilmeksizin” “vatandaşlık” şeklinde ifade etmiştir. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşları, kamu hukuku, anayasa hukuku ve devletler hukuku bakımından din ve ırklarına bakılmaksızın “Türk” sayılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin halen yürürlükte bulunan 1982 tarihli Anayasası’nın 66. Maddesi, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diyerek; “Türklük” kavramının, “kan”a, “ırk”a, “soy”a değil “vatandaşlık” esasına bağlı olduğunu belirlemiştir.

Anayasalarımız “Türk” , “Türklük” ve “Türk Milleti” kavramlarını oluştururken bazılarının iddia ettiği gibi “ırk” veya “kan” bağını esas almamıştır. Yani Anayasalarımızdaki “Türk” kavramı bir “ırkı” değil, “vatandaşı” ifade etmektedir. Kaldı ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren hem Atatürk’ün yazdıkları ve konuşmaları, hem de devletin yazılı belgeleri incelendiği zaman görülmektedir ki, “Türk”, “Türklük” ve “Türk milleti” kavramları “kültürel” bir kavramdır, “ırka”, “kana”, “dine” ve “mezhebe” dayalı bir kavramlar değildir. Yani aynı kültürü paylaşan insanların tamamı “Türk” olarak, aynı “millet” olarak tanımlanmıştır. Bu sosyolojik yaklaşım, Anayasa’da da hukuki ifadesini bulmuştur.

“Türk” Kavramını Tartışmak Milli/Üniter Devlet İçin Beka Sorunu Yaratır

Milli/ulus devletler, öncelikle insan unsurunu tek bir “milletin/ulusun” oluşturduğu devletlerdir. İkinci olarak bu devletler, iç ve dış “egemenliklerini” kendileri temsil eden devletlerdir.

Ulus devletler yönetim modeli (idari) bakımdan “federal” veya “merkezi/üniter” olabilir. Mesela ABD ve Almanya “federal - milli/ulus devletlerdir”. Fransa ve Türkiye ise “merkezi/üniter -  ulus devletlerdir.”

Daha Misak-ı Millî ile başlayan ve kongrelerle devam eden merkezi-milli yeni bir Türk devleti oluşturma fikrini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve gelişim süreçlerinin tamamında görmek mümkündür. İç ve dış hukukun oluşturulması, kültür ve eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması hep bu temel esas üzerine bina edilmiştir.[15]

Nitekim Atatürk Büyük Nutuk’ta devletin iki temel özelliğini bu arada “millilik” esasını şu şekilde ifade etmiştir: “Efendiler, bu nutkumla, milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devletin nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım…[16]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin merkezi/üniter-milli/ulus devlet özelliği; hem ülkenin, hem de milletin bütünlüğünü, birliğini ve bölünmezliğini ifade eder. Türkçenin resmi, devlet, eğitim, bilim ve yayın dili olması; hukukun tekliği; idarenin merkezîliği; kültürel ve siyasal bütünlük bunu tamamlar. Mevcut Anayasamızın pek çok maddesi devletin bu özelliğini belirlemiş, bu özelliklerin korunmasını pek çok bakımdan garanti altına almıştır. Anayasa, diğer bazı temel esaslarla birlikte (mesela laik devlet düzeni) devletin bu özelliğinin korunması için temel özgürlüklerin sınırlandırılabileceği esasını da getirmektedir. Hatta, olağanüstü hal uygulaması ve sıkıyönetim ilanı için “merkezi-milli devlet düzeninin bozulması” gerekçelerden biri olarak belirlenmiştir.

Anayasamızda özellikle 3., 42., 66. Maddeler milli/ulus devlet esasını; 80., 126. ve 127. Maddeler merkezi/üniter devlet esasını belirleyen maddeler olarak öne çıkmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, milli/üniter kuruluş değeri, temel esası bakımından “Türk Milleti” ve “Türkçe” kavramları üzerine oturmaktadır. “Türk” ve “Türk milleti” kavramlarını tartışmaya açmak, Türkçe üzerinde gerekli hassasiyetleri göstermemek devletin temel direklerinden birinin yıkılması ve birlik bütünlüğümüzün bozulması sonucunu doğurur. Beka sorunu yaratır.

Bu kapsamda “Türk Milliyetçiliği” veya “Türkçülük” bu devletin kurucu ideolojisidir ve ilelebet korunmalıdır. Bu iki kavramın da “ırkçılık” safsatası ile bir ilgisi yoktur. Bu iki kavram da “ait olduğumuz milleti sevme, onun maddi ve manevi değerlerini koruma ve onu sonsuza kadar yaşatma” bilinci ve duygusudur. Türk milletini bölüp parçalamak istenler ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmayı amaçlayan ihanet odaklarından başka kimsenin bu iki kavramdan rahatsız olmasına gerek yoktur.

Sonuç Yerine

Hep söylenen bir söz vardır: “Aynı gemideyiz, gemi batarsa hepimiz batarız.” Doğrudur. Evet, bu geminin adı Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve yolcuları da Türk milletidir. Gemiyi batırmadan güvenli limanlara taşıma fikri, duygusu ve çabasının adı da Türk Milliyetçiliği veya Türkçülüktür. Onun için asırlar boyu Türk’ün gemisinde bulunan insanlar, “biliyordum Türk’ün geleceğini” diyerek özlemle Türk’ü beklemişler; dinlerinin ne olduğu sorulduğunda “Elhamdülillah Türk’üm” diye cevap vermişlerdir.

Yazımızı, bazı aydın geçinenlerin kulaklarına küpe olması dileği ile ünlü Türkçü düşünürümüz Ziya Gökalp’in şu sözleri ile noktalayalım:

“Türk'ü Sevmeyen Kürt, Kürt Değildir. Kürt'ü Sevmeyen Türk, Türk Değildir.”  


[1] V. Akın, Bir Devrin Cemiyet Adamı Doktor Fuat Umay (1885-1963), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2000, s. 103-104.

[2] Düstur, III. Tertip, C: II., s. 21. V. Akın, a. g. e., s. 104.

[3] Düstur, III. Tertip, C: XVI., s. 1171. V. Akın, a. g. e., s. 104.

[4] V. Akın, a. g. e., s. 105.

[5] “23 Nisan Nasıl Çocuk Bayramı Oldu?” Tarih ve Toplum Dergisi, Cilt: VIII., Sayı: 43 (Temmuz 1987), s. 48.

[6] V. Akın, a. g. e., s. 106.

[7] TBMM, Zabıt Ceridesi, Devre: IV., Cilt: VII., s. 24, 37-39. V. Akın, a. g. e., s. 59.

[8] İffet Aslan, “Dünyanın İlk Çocuk Bayramı 23 Nisan ve Uluslararası Çocuk Yılı”, Belleten, Cilt: XLVI, Sayı: 183 (1982), s. 581. V. Akın, a. g. e., s. 107.

[9] Prof. Dr. Afetinan, Atatürk Hakkında Hâtıralar ve Belgeler, 4. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984, s. 213.

[10] A. Ş. Elman, Dr. Reşit Galip (1892-1934), İkinci Kitap, Ankara, 1955, s. 251-252. C. Sönmez, Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2014, s. 138-139.

[11] 23 Nisan’ın bayram oluşu, çocuk davamız ve andımız hakkında ayrıntılı bilgi için şu eserimize bakınız: Ali Güler, Nutuktan Dersler Çocuklar İçin Nutuk, Halk Kitabevi, İstanbul, 2017.

[12] A. Âfetinan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Sadeleştirerek Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, A. Süslü, M. A. Tural, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2000, s. 34-35. (Önceki baskıları: 1929 ve 1969.)

[13] A. Âfetinan, a. g. e., s. 28.

[14] A. Âfetinan, a. g. e., s. 28.

[15] Bu tarihsel sürecin ayrıntıları ve AB-Türkiye ilişkileri bağlamında bu konudaki dayatmalar için bakınız: Ali Güler, Sorun Olan Avrupa Birliği, Genişletilmiş 2. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara, 2005, I-XVII, 1-882 s.

[16] K. Atatürk, Nutuk (1919-1927), Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Z. Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1995, 607.

YORUMLAR

  • 0 Yorum